top of page

10/ Haziran/ 2021
Perşembe

Dünya' nın Ayak İzleri (100x70)

Dünya'nın Ayak İzleri (70x100)

31/ Mayıs/ 2021
Pazartesi

184%20-%20Covid%20Sular%C4%B1nda%20Hezey

Covid Sularında (60x80)

10/ Mayıs/ 2021
Pazartesi

Kulis Anıları(70x100)

Kulis Anıları(70x100)

Yazdığım oyunun kulisi.

“Üstat Harpagon’ a Saygı Ve Destek Gecesi”.  26 Kasım, 2010.

Oyuncular gala için hazırlık yapıyor. 

Sevgili Özden Çiftçi, Umut Demirdelen ve ŞahinÇelik’ i canlandırdıkları karakterlere uygun biçimde  resmetmeye çalıştım. Resmi bitirince de  imzamı aynanın önündeki  menekşelerin arasına iliştirdiğim kartvizite attım. 

O menekşeleri; o süreci birlikte yaşadığımız, emeklerini esirgemeyen, çoğu ile  bir ömürlük meslek hayatını ve paha biçilmez anıları paylaştığımız arkadaşlarıma ve de Umut’ umuzun ve perukacımız İlhan Erem’ in cennetteki ruhlarına yolluyorum. 

3/ Mayıs/ 2021
Pazartesi

Hayat Akarken (60x120)

Hayat Akarken (60x120)

24/ Nisan/ 2021
Cumartesi

204 - Haller, Hayaller, Hayalîler  (60x120).jpg

Haller, Hayaller, Hayalîler (60x120)

Gösteri  yapabilmek ve biraz para kazanıp ihtiyaçlarını giderebilmek için, bir umut, ramazan ayını bekleyen; iki kocamış,  emektar,  gölge oyunu ustası. (Hayalî)

Mesleğin adı "Hayalî" ama resim de hayalî :)

Hayâli Küçük Ali (Mehmet Muhittin Sevilen 1886-1974) Anılarından;

 Bundan kırk yıl öncesinde, yani birinci dünya harbi başlamadan önce İstanbul’un her semtinde birer hayâl perdesi kurulurdu. Ramazana dört gün kala herkes yerlerini hazırlar, kış mevsimi ise kahvelerde ve muntazam çadırlarda, yaz mevsimi ise hem kahvelerde hem de bahçelerde tertibat alınırdı. Zaptiye nezaretine birer dilekçe verilir, dilekçeler polis müdürlüğüne, oradan da polis merkezine ve oradan da karakollara havale edilir, tahkikat başlardı. Karagöz oynatmak için zaptiyenin ileri sürdüğü şartlar da şöyle:

 

1)Oyun yerleri cami, tekke ve mekteplere en az kırk metre uzakta olacaktır.
2)Bu yerleri tutanlar eshabı namustan olacak ve hiçbir suç ile mahkum bulunmayacak.
3)Karagözcünün elinde vesikası olacak.

 

Bu vesika Karagözcüye hükümetçe inceden inceye tahkikat yapıldıktan sonra verilirdi. 

Fakat bununla iş bitti mi bakalım?.. Ne gezer!.. Bir dilekçe de ait olduğu Belediye Reisliğine verilecek… Haydi oraya taşınırdık. Orada da şöyle tahkikat yapılırdı:

 

1)Karagöz oynatılan yer sıhhate muzır mıdır?
2)Yangın olduğu zaman kaçmak için iki kapısı var mıdır?
3)Yangın söndürmek için tertibat alınmış mıdır?

 

Bu tahkikat da tamamlanıp ruhsat tezkeresi (yerine göre 450, 300 veya 150 kuruş mukabilinde) alındıktan sonra Karagöz (yahut o zamanki tabiriyle hayâl) oynatmaya mezun olurduk. Ama bütün bu işler Ramazana on gün kalıncaya kadar arkasını kovalamak suretiyle zor biterdi. Ha şunu unuttum, Karagöz oynatmak için aldığımız izin tezkeresine para verdikten sonra, Darülacezeye da aynı miktarda bir şey öderdik. Ama bunu seve seve verirdik. Çünkü bir çok “hayâli“lerimiz, yani karagözcülerimiz gözlerini Darülacezede kapamıştır.

 

                                                     Türk Folklor Araştırmaları Dergisi No:140 Mart 1961

15/ Nisan/ 2021
Perşembe

203_edited.jpg

Teyzem (90x70)

IMG_7129 (1).jpg

2/Nisan/2021

Cuma

 

Bu hafta, daha önce yaptığım iki resimle uğraştım.

Sonra da gecenin bir vakti, şöyle Ortaköy' e doğru bir gece turu yapmak geçti içimden ama pandemi ve de yaş sınırı nedeniyle, bu turu boyalarım ve tuvalim yoluyla yapmak zorunda kaldım. 

 

Birinci resmi 2016 yılının mart ayında yapmışım. Yani tam beş yıl önce. Ama pek ısınamamıştım yaptığım resme. Eksik kalmıştı sanki. Ya da tam olarak hayal ettiğim ortamı yansıtmıyordu. Öylesine karalanmış bir şiir taslağı gibiydi.

"Yaptım artık,  fazla üstelemenin anlamı yok" diye düşünerek, resim dolabıma kaldırmış ve bir daha da hiç dokunmamış, hatta bakmamıştım bile. Gene de hep aklımdaydı. Geçen gün bir resim ararken çarptı gözüme.

"Gel bakalım buraya" dedim ve çıkardım, tam beş yıldır istirahat ettiği raftan...   

Yılbaşı Sofrası

Ve de yepyeni bir resme başlarmışçasına, gecelerce boyadım durdum. 

Ta ki içime sinene kadar. 

Artık seviyorum bu resmi :)

Yılbaşı Sofrası. (60x100).jpg

Yılbaşı Sofrası (60x100)

İkinci resmi ise; 2018 yılının ekim ayında, Gümüşlük' de yapmıştım.

"Sör ve Profesör"

Yani; Sir Charles Spencer Chaplin  ve Profesör Albert  Einstein.

 

"Sanatınız hakkında en hayran olduğum şey evrenselliğiniz. Tek kelime bile etmiyorsunuz ama bütün dünya sizi anlıyor." demiş, Profesör Einstein;  Sir Charlie Chaplin' e, 1931 yılında, "City Lights" filminin prömiyerinde.
Chaplin de şöyle yanıtlamış;

"Sizin şöhretiniz çok daha muazzam. Çünkü kimse ne dediğinizi anlamıyor, ama yine de bütün dünya size hayran."

Bu iki muazzam insanın resmini yapmak istemiştim, o yıl...

Onları  ne kadar anlıyoruz?..  Nasıl algılıyoruz?..  Bilim ve insanlık sorunlarına kafa yoranlar, sıradan insan için ne ifade ediyor?..  Sadece şöhretleri mi çoğunluğun dikkatini çeken?..  Ve de onlar; bu şöhreti, şanı, itibarı ne kadar önemsiyor?..

Bu ve buna benzer sorular kurcalamıştı kafamı, resmi yaparken. Ya da bu sorular kafamı kurcaladığı için boyalarımı açıp oturmuştum tuvalin başına. Hatta bittiğini düşünerek bir de klip hazırlamıştım. 

Ertesi gün baktığımda, renkleri hoşuma gitmemişti.

Kirli sarı bir fonu yakıştıramamıştım, oluşturmaya çalıştığım kompozisyona.

Sonra onun için de aynı şey geçmişti akımdan;

"Fazla kurcalama. Koy bir köşeye, sonra karar verirsin."

Hazır ilk resmi değiştirmişken, barı onu da elden geçireyim dedim.

Onu da çıkardım, yaklaşık üç yıldır durduğu raftan. Birkaç gecemi de ona ayırdım.

Aslında biten bir resme yeniden dokunmak adetim değildir. Doğru da değildir.

Ama bu ikisi, benim kafamda, bir türlü bitmemişti.

Şimdi bitti galiba :)

Sör ve Profesör (80x60)

Sör ve Profesör (60x80)

Bu da resmin ilk haliyle, o yıl hazırlamış olduğum  klip;

Sonra da, dediğim gibi, Ortaköy turuna çıktım. :)

Ortaköy' de (70x90)

Ortaköy' de (70x90cm)

19 /Mart /2021

Cuma

Bu hafta, birkaç gece boyunca; Globe Theatre,  Shakespeare ve Hamlet' le uğraştım. 

60x120 cm, siyah bir tuvalim vardı.

Uzun süre bakıştık karşılıklı.

Sonra boyamak istediğim hayaller belirdi yavaştan...  

Önce; babadan kalma kartpostalları, Hamlet üzerine yazılmış kitapları karıştırıp bilgi tazeledim.  Onlar beni yeterince isteklendirince de,  oturdum tuvalin başına, açtım boyalarımı...

Gerisini hayal gücümüne bıraktım.

William Shakespeare; tam 420 yıl önce, 37 yaşındayken  bitirmiş Hamlet' i... 

Yazdığı en uzun oyun olarak bilinmektedir. 

Zamanının ünlü aktörü Richard Burbage için yazıldığı rivayet edilir.

Özgün metinde -  ki üç ayrı versiyonu bulunmaktadır -  4000' den fazla kelime kullanmış.

Bu da; bizlerin, günlük hayatımızda kullandığımız kelime sayısının yaklaşık on katı kadar ediyor.

Hemen hemen bütün dillere çevrilmiş, Hamlet.  Dünyanın dört yanında, sayısız kez sahnelenmiş. Her defasında çok ünlü ve yetkin sanatçılar tarafından canlandırılmış ve tam yirmi bir  kez filme alınmış.

Kenneth Branagh'ın uyarlamasında ise, özgün metin hiç değiştirilmeden ve kısaltılmadan, olduğu gibi kullanılmış. 

Canlandıran en genç aktör, Ethan Hawke; film çekildiğinde, 29 yaşında; yani Hamlet' in yaşına en yakın  yaştaymış. 

Johnston Forbes-Robertson ise altmış yaşındaymış,  yirmili yaşlardaki Hamlet' i canlandırdığında... 

Ayrıca; Abraham Lincoln’ün suikastçisi John Wilkes Booth’un kardeşi Edwin Booth da,  o yılların çok ünlü Hamlet oyuncularından biriymiş.

Bunlar benim resme başlamadan önce edindiğim bilgi kırıntıları. 

Bundan sonrası, dediğim gibi, hayal gücü.

 

Dünya prömiyeri öncesi tiyatro kulisi.

Henüz genel provalar başlamamış.

Ophelia' yı oynayan hanım; o yıl doğum yapmış, kuliste, bir köşede  yavrusunu emziriyor.  

Oyunda kullanılacak olan tahtlar  boyadan yeni çıkmış. Kuru kafalarla birlikte, yeni geliyor tiyatroya.

Shakespeare;  Richard Burbage' a ve Horatio' yu oynayacak olan aktöre sahneyi anlatıyor.  Asistan çocuk ve mezarcılar da ilgiyle onları izliyor.

Bu kadar ipucu yeter sanırım. Oturup bütün resmi anlatmamı beklemeyin benden. Diğerlerini siz yakıştırın. 

"Madem hepsi hayal, bunca ön bilgiye ne gerek vardı?" diyebilirsiniz.

Birincisi; o bilgiler beni tetikliyor. 

İkincisi; Shakespeare' in bile hayal unsuru olup olmadığı tartışılırken, ne malum bunların gerçek olmadığı? :) 

Şaka bir yana, hayal de olsa, duygu aynı işte. Kulis telaşı,  oyun heyecanı, insan ilişkileri, oyunun büyüsü...

Ve de resim yapmanın dayanılmaz hazzı.

Hamlet - Dünya Prömiyerine Hazırlık (60x

Hamlet - Dünya Prömiyerine Hazırlık  (60x120 cm)

20/ Temmuz/ 2021
Salı

Bodrum' da Bayram Tatili

Bodrum'da Bayram Tatili (70x100)

20w9  - Güvertede Rüzgar (100x70).jpg

Güvertede Rüzgar Çıktı (70x100)

28/ Eylül/ 2021
Salı

Hayallerim Hayata Sızıyor (100x70)

Hayallerim Hayata Sızıyor (70x100)

Ev Hali (70x100)

Ev Hali (70x100)

28/ Eylül/ 2021
Salı

Sahil Kahvesi (70x100)

Sahil Kahvesi (70x100)

9/ Mart/ 2022
Çarşamba

214 - Anneannem (100x70).jpeg

Anneannem (100x70)

30'lar, anneanem. 
Nişan töreni dışında hayatı boyunca hiç böyle giyinmemiş. Zamanı da olmamış zaten. Önce öksüz, sonra yetim kalmış. 14 yaşındayken kardeşlerine annelik etmiş. 16 yaşında gelin olmuş. Mübadele sırasında aile büyüklerini kaybetmiş. Dayısını yıllar sonra Boğaz vapurunda tesadüfen bulmuş. 18 yaşındayken ilk kızını kucağına almış. Evlat acısı yaşamış. Kırkında dul kalmış. Evlatlarını büyütüp kendini torunlarına adamış. 
Dün küçük kızının, yani annemizin doğum günüydü. Allah annemizi başımızdan eksik etmesin. 🙏🏼Anneannemize gelince; öte alemde ruhuna sepilen nurlar onu en güzel haliyle yansıtsın. 🙏🏼❤️

 

3/ Nisan/ 2022
Pazar

Blöf (100x70)

Blöf (100x70)

Blöf 2(100x70)

Blöf 2 (100x70)

BLÖF

(Kısa Oyun)

Yer, bir otel odası. Ortada televizyon sehpasından bozma bir poker masası. Masanın üstünde kornişinden çıkartılmış oda perdesi, üzerinde sıkış tepiş iskambil kağıtları, paralar, kadehler, çerezlikler…  

Bir otel müşterisi, davudi sesli bir zat (Nur Bey) ve kendi gibi oyuncu olan  iki arkadaşı poker oynamakta, diğerleri izlemekte. Zaten otel müşterisi dışındaki takriben on kişinin çoğu oyuncudur. Davudi sesli zartın umulmadık bir anda, büyük bir ciddiyetle ettiği umulmadık bir laf ve akabindeki kahkahalar dışında genelde sessiz bir ortam. Kağıtlar dağıtılmış, oyuncular ellerine bakmakta. 

Otel Müşterisi – Rest.

(Sessizlik)

Nur Bey – (Düşünceli) Eeee… 

(Sessizlik) 

Nur Bey - Kaç kart almıştın yavrucuğum?

Otel Müşterisi – Tek.

Nur Bey – (Düşünceli) Hımmm… 

(Sessizlik) 

Nur Bey - Möhh! 

Otel Müşterisi – Pardon?

Nur Bey – Yok bi şey yavrum. Ukalalık etme. Bekle. 

(Kıkırdamalar. Sessizlik)

Nur Bey - (Elindeki iskambil kağıtlarını masaya atarcasına bırakarak) Pas.

(Otel müşterisi ortadaki paraları önüne çeker.)

Nur Bey – Ulan üç papazım vardı, görmedim restini. Eğer blöf yaptıysan… helaaal olsun sana, hayvan herif!

 

---------

 

 

1979 yılı sonları. Ankara’da, turnedeyiz. Stad Otel’ de kalıyoruz. Yeni Sahne’ de oyunumuzu oynamış, otele dönmüşüz. Ertesi gün repo. Lobide oturuyoruz ekip halinde. 

Nur bey kaşınıyor hafiften. Poker oynaması lazım. İki gönüllü var ekipte ama kare tamamlanamıyor bir türlü. Kime dördüncü olmayı teklif ettiyse hep olumsuz cevap alıyor. 

İsmail bir arkadaş davetine katılacak o gece. Hayat arkadaşıyla tanışacak. Ama henüz bilmiyor bunu. 

Haluk ağabey o zamanki eşi Türkan hanımla gelmiş turneye. Bu nedenle geceyi bir başka odada poker oynayarak geçirmesi zor biraz. Öyle ya, ya poker partisi tamamiyle blöfse?.. Oğlu ve sevgili arkadaşımız Cem’in nişanı vardı iki gece önce. Konservatuvar sıralarına ismini kazıdığı kızcağızla yüzük taktılar. Biz de oradaydık. Ekip halinde mutluluklarına tanık olduk. Gerçi bir seneye kalmadan ayıracaklar yollarını ama onlar da henüz habersiz bundan. 

Ahmet Leventoğlu ağabeyimizin pokerle falan ilgisi yok zaten.  Dergilerini almış, odasına çekilmiş bile.  

Nur bey, çaresiz, ne yapacağını düşünerek lobide volta atarken, köşe koltuklaran birinde tek başına oturan gençten bir otel müşterisi ile göz göze geliyor. 

“Tebrik ederim Nur bey” diyor adam. “Akşam oyununuzu izledim, çok etkilendim.” 

Nur beyin gözleri parlıyor ansızın. 

“Güzeeel” diye mırıldanıyor. “Galiba buldum dördüncüyü”

Vee hemen çöküyor adamın karşısındaki boş koltuğa. Önce biraz muhabbet, nasılız, nasıl gidiyor, nereliyiz falan… Sonra açıklıyor niyetini. 

“Poker oynayacağız.  Bize dördüncü olur musun genç adam?”

“Çok isterdim Nur bey. Ama sabah erkenden otobüsüm kalkıyor. İstanbul’ a döneceğim. Öğleden sonra da toplantım var. Yola çıkmadan birkaç saat uyusam iyi olur.”

“Olmaz yavrum!” diyor Nur bey. “Oynayalım, kafan dağılsın,  otobüste uyursun.”

“Fazla para da kalmadı yanımda. Onun için otobüsle dönüyorum.”

“Para önemli değil yavrucuğum. Olduğu kadar. Bitince kalkarsın. Belki de kazanır, cebinde parayla gidersin memleketine. Mühim olan muhabbet olsun.”

Adam ne kadar itiraz etse de işe yaramıyor. Ağzından giriyor burnundan çıkıyor Nur bey ve neticede razı ediyor. 

Yedinci kattaki Nur beyin müstakil odasına çıkılıyor ve kare kuruluyor. 

Bizler, yani ekibin diğer elemanları, iki arkadaşımızın eşleri, “Kral” yatağının kenarlarına ilişerek, elimizde kadehlerimiz, ilgiyle izlemeye başlıyoruz poker partisini. 

Adam şans küpü mübarek. Durmadan kazanıyor. Bizimkilerin bütün parasını alıyor bir saat içinde. 

“Bitirelim artık” diyerek kalkmaya yelteniyor birkaç kez, ama Nur bey bırakmıyor bir türlü.

“Asabımı bozma, otur yerine! Daha yeni başladık!”

Nur bey, önce biz çaylakların cebindeki harcırahları  “borç” olarak alıyor. Onlar da tükenince kendi cebinde ne varsa çıkartıp kav olarak koyuyor masaya.

“Bu kibrit kutusu 150 lira”, “Bu anahtarlık 500 lira”, “Bu tükenmez kalem 1000 lira”… 

Onları da kazanıyor adam.  Ayıp olmasın diye de arada oda servisinden hepimize bir şeyler ısmarlıyor. 

Gün ışıyor, otobüs saati yaklaşıyor ama umurunda değil artık adamın. Bir ara masadan kalkarak otel görevlisini arıyor ve kendine öğleden sonrası için İstanbul uçağında yer ayırtıyor. 

Uçak saati yaklaşana kadar sürüyor oyun. 

“Bu kürdan 1500 lira”, “Bu kadeh 2000 lira”, “Bu leblebi 5000 lira”…

Ve bizler; uçak biletini alıp, cebine de bütün turne paramızı harçlık olarak koyarak, üstüne üstlük bir de borçlanarak yolcu ediyoruz, adını bile bilmediğimiz bir otel müşterisini. 

Gene de kibar adammış. Vedalaşırken kalan borçları helal ediyor. 

Nur bey de nasihat etmeyi ihmal etmiyor adamı yolcu ederken.

“İhtiyatlı harca paranı yavrucuğum. Terminalde bir domates çorbası iç, gerisini koy cebine.”

Yakın zamana kadar aklımıza geldikçe yad ederdik. “Ulan kimdi o herif, in miydi cin miydi, birkaç saatliğine girdi hayatımıza, hepimizi salladı sonra da uzadı gitti.” 

 

Olayın geçtiği dönemde Nur beyin sakalları ve o aydınlık başının iki yanındaki saçları simsiyahtı. Ama tuvale daha sonraki hali yansıdı. Olsun. Dönem önemli değil ki artık... Bütün tüketilmiş zaman dilimleri, birlikte yaşananlar, anlatılanlar, yakıştırılanlar, mal edilenler, canlandırmalar, taklitler… Hepsi aynı efsaneye dahil.  Hayalimizde bütün suretlerine bürünebilen, suretsiz, yaşsız, zamansız, eşi benzeri bulunmaz bir efsaneye...

 

19/ Nisan/ 2022
Salı

217 - Piyanist Büyükanne ve Torun.jpeg

                               Piyanist Büyükanne ve Küçük Torun
Aynada piyanist büyükanne, piyano başında küçük torun. Kim bunlar diye sormayın, tanımıyorum. Benzerlerini biliyorum ama... Bu ise hepsinin toplamı bir duygu sadece.

10/ Mayıs/ 2022
Salı

Eski Yazlardan Bir Misafir(70x100)_

                                           Eski Yazlardan Bir Misafir

1989 yazından yeğenim uğradı. 

Sahilde esen rüzgar, topunu tuvalin ötesine sürüklemiş. Tabi minik Emir de peşinden… Ve kendini benim resim masamda bulmuş , topuyla birlikte. Denizde yüzen genç dayısı ise bakınıp duruyor, nereye kayboldu bu diye. Ama telaşlanmıyor pek. Ablası, eniştesi ve babası da oralarda olduğundan, meraklanacak bir durum yok diye düşünüyor genç dayı; yani ben. Ablamlar, tam benim resim masamın buluduğu noktada, ama başka bir zaman boyutunda, çay içiyorlar, Turan’ ın derme çatma restoranında. Yer, Kadıkalesi. Karşı tepelerde şu an, yani benim bu resmi yaptığım zaman diliminde; Asko58, Ormancılar sitesi, Yasmin otel ve daha bir sürü başka site ve oteller var. Tepelerin arkası ise Gümüşlük. Ben, resimde görünen iki boş tepenin arasındaki elektrik direğinin bulunduğu noktada, Gümüşlük’ ün en kalabalık sitesinde oturuyorum. Artık bütün o gördüğünüz kayalıklar, tepeler; yarımadanın diğer tepeleri gibi betona bürünmüş durumda. 

80’li yıllarda ise arazilerin çoğu el değiştirmemiş henüz. Değerini bildikleri de yok mal sahiplerinin. Dağın tepesinde, kuş uçmaz kervan geçmez, yolu, suyu olmayan, çoğu işe yaramadığı için kadın misasçılara verilmiş, dededen kalma verimsiz toprak parçaları. Ne ekilir, ne biçilir. Birkaç yıl içersinde en büyük parsayı damatların toplayacağını kimse hesap edemiyor. Bu nedenle Enver ağanın büyük oğlu Muammer bakkallık yapıyor sahil kahvesinin yanındaki küçük dükkanında. Kısıtlı ürün yelpazesiyle hizmet vermeye çalışıyor yeni yeni yerleşen Ankara’ lı yazlıkçı komşulara. Küçük oğlu Adnan ise askerden yeni gelmiş. Sonraki yıllarda evlenecek ve adaylığını koyacak muhtarlık seçimlerinde. Şimdilerde ise torun torba sahibi, otuz küsur yıllık muhtarımız. Nüfus da o günden bugüne en az yirmi kat artacak. Bunu da hesaplayamıyor o yıllarda hiç kimse. 

1986 yılında cami imamı ezan saatleri dışında tesisatçılık yapardı. Bir seferinde bizim terasa su deposu bağlayacaktı, tam işin ortasında saate bakıp, “Şu namazı kıldırıp geleyim” diyerek aceleyle çıkmıştı evden. Tuhafıma gitmişti depoyu yerine yerleştirirken yanık türküler söyleyen adamın iki üç dakika içersinde cami hoparlöründen sesini duymak, sonra da geri gelerek kaldığı yerden türküsüne devam etmesi. Eee, din işi başka dünya işleri başka. Hem Allah da sevmez boş duranı. Artık cuma ve pazar günleri yarımadanın her tarafından gelen arabalar nedeni ile cami yolundan zor geçiliyor. Pek bir nam saldı Mustafa ağanın kendi ve rahmetli karısı adına yaptırdığı caminin hutbeleri. Bizim eski tesisatçı imam ise Bodrum’ da dükkan açmış. Benim şimdiki evi boyayan usta tanıyormuş, konuşturdu bizi telefonla. Benim musluklara bir bakar mısın diye sordum, oralı olmadı. Vakti yokmuş. 

Gördüğünüz gibi, resimde Kadıkalesi sahili bomboş. Az ilerde birkaç taş ev var sadece. Birinde İzmir Devlet Konservatuvarında görevli Adil bey oturuyor. Babamın tavla arkadaşı. Bir diğerinde ise Cevat Şakir’ in mirasçıları oturuyor. Sonraki yıllarda sahilde bar işletecek olan Mahmut arkadaş kiralayacak. 

Avta Tatil Köyü yeni yeni inşa ediliyor. Avukatlar için yapılan bir devremülk. Kurucusu da Turgut Kazan beyefendi. Özgür ve Zeynep Erkekli de evlerden birinin haziran devresini almışlar. Sahilde onlarla ilk karşılaştığımda çok seviniyorum. Yıllar çabuk geçiyor. O zamandan bu zamana komşuyuz. Her yaz başı, bir an önce gelsinler de özlem giderelim diye haziran devresini iple çekiyorum. İstanbul’ da zor görüşülüyor. Hele eski AKM yıkıldıktan sonra anca Facebook yoluyla haberdar oluyoruz birbirimizden. Arada bir de araşıp laflıyoruz. 

Ankara Devlet Konservatuvarı bale bölümü öğretmenlerinden Mr. ve Mrs. Kemp de üçüncü taş evi kiralamışlar yetmişli yıllarda, yüz seneliğine. O zamanlar yabancılara mülk satışı yasakmış sanırım. Fakat ev sahibi bir zaman sonra aldığı parayı az bulmuş ve evi boşaltsınlar diye onları tarihi eser kaçırmakla suçlayıp ihbar etmiş. Arama yapmışlar evde. Hiç delil bulunmasa da kırgınlıklarından gelmiyorlar artık. Ama inat bu ya, evi de boşaltmamışlar. Onların yerine Shakespeare eserleri uzmanı Prof. Engin Uzmen, eşi dekor ve kostüm kreatörü Nur (Audrey) Uzmen ve çocukları geliyor, yazları. Babamla beni akşam yemeğine davet ediyorlar evlerine, zaman zaman. Genellikle de sahilde güneşlenirken sohbet ediyorlar. 

Babam çok mutlu burada. Sahilden yüz metre kadar yukarıda, Ankara’ lıların kurduğu kooperatifte ev aldı, emekli ikramyesiyle, 1985 yılında. Aslında çok daha önce almış, parasını da peşin ödemişti ama evi anca 85’de teslim ettiler, yarı bitmiş olarak. Babacığım o haliyle yıllarca uğraşacak evin eksiklerini tamamlamak için. Başka bir mütahit parayı gene peşin alıp bir süre sonra sırra kadem basacak, bir diğerinin yaptığı ön balkon ertesi gün biz denizdeyken çökecek, su boruları yanlış bağlanacak, Ankara’ dan getirdiği usta bütün evi lambri kaplayıp kebapçı dükkanına çevirecek… Bir sürü dert. Bütün eksiklere rağmen mutlu babam. Öğle sıcağında Mustafa ağanın yaptırdığı camii hayratından eve bidonla içme suyu taşısa da, geceleri sahildeki küçük kahvede, karlı bir ekrandan trt haberlerini izlemekten ya da tavla oynamaktan başka bir uğraşı olmasa da çok mutlu. Komşularla da çok iyi arası. Şimdiden kaynaştılar. Arabası olmadığından hangi arabalı komşu gidiyorsa onunla gidiyor Turgutreis’e, alışverişe. Yol yapılmamış henüz. Daracık bir patikadan gidiliyor. Alacaklarını aldıktan sonra marketi işleten Suzan teyze ile sohbete dalıyor, saatlerce. Kendisini getiren komşuya sen git diyerek genellikle taksiyle dönüyor eve. Sonra pazarcılığa başlayacak Suzan teyze. 90’ lı yılların sonuna doğru karşılaşacağız Turgutreis pazarında. Babamın öldüğünü duyduğunda hüngür hüngür ağlayacak pazarın ortasında, “Çok kıymetli adamdı Mahir ağabey” diye. Hala çalışıyor Suzan abla. Sonunda ev yemekleri yapan bir dükkan açtı Turgutreis çarşısında. Yolum düştükçe uğruyorum. 

İlk taşındığımız yıllarda, yani 85 ve 86 yazında, Zeki Müren’in Buick marka bordo arabası geçerdi evin önünden, tozu dumana katarak. Paşa Gümüşlük’e giderdi, balık yemeğe. Gümüşlük’ de ise, 12 Eylül cuntacılarından Ersin paşa koyu kapatmış zincirle, darbe sonrası, deniz taşıtları girip de dinlenme saatlerinde ses yapmasın diye. Zaten denize de girilmiyormuş o yıllarda evinin bulunduğu yerden. Nöbetçi asker beklermiş sahilde. Arkadaşlar anlatırdı. Bizse pek gitmezdik Gümüşlük tarafına, arabamız olmadığı için. Daha çok resimdeki sahile inerdik, benim seyrek gidişlerimde, akşamüstleri. 

Arada, Gümüşlük’ ü ilk keşfedenlerden Cemil Özbayer, Mutlu Güney ve Selçuk Sazak geliyorlar, babamı balık yemeğe götürmek için. O zaman daha da mutlu oluyor. Gün içinde ise bahçeye çiçek ekiyor, ağaç dikiyor, denize giriyor, güneşleniyor, evle ilgileniyor. Ablam, eniştem ve 1987 doğumlu yeğenim Emir de geliyorlar. İkinci yeğenim Ozan ise doğmadı henüz. 1990 yılının şubat ayında doğacak. Bense daha seyrek uğruyorum Kadıkalesi’ ne. Gittiğimde ise, babam gönül koysa da, en fazla bir hafta kalıp, harçlığımı da alarak dönüyorum İstanbul’a. 

“Ah be babacığım. Bir silkinebilsem.. Bir toparlayabilsem kendimi.. hiç ayrılmam buralardan.”

diyemiyorum ayrılırken. “İşim var” diyorum sadece. Sormuyor bile ne işim olduğunu. Bal gibi biliyor gerçeği, ama elinden bir şey gelmiyor. 

Öyle ya, çok önemli işlerim var İstanbul’ da, tiyatro tatilken, yaz sıcağında. 

Park Kafeterya barmenleri, garsonları, müdavimleri, Taksim sahnesinin girişindeki tekel bayiini işleten Naif ağabey merak ederler. Sonra, evde yangın çıkardı, yanık parkeleri sökerken tavanımı deldi, sigortalarımı attırdı, sokak kapısını kırdı diye durmadan annemi arayıp şikayet eden alt komşum Suzan teyze. (Tesadüf onun da adı Suzan). Allahtan seviyor beni de karakola falan gitmiyor. Noel günleri, nasihatlerini dinler gibi görünüp bir süre ayakta dikilmeyi göze alarak, çiçeklerle süslediği kapısını çalıp Noelini kutluyorum. O da telaşlanır üst kattan gürültü gelmeyince. Meraklanır, öldü mü kaldı mı diye. Bir pavyon vestiyerinde çalışıyor Suzan teyze, Büyükparmakkapı’ da. Yalnız yaşıyor. Geceleri genellikle aynı saatlerde çıkıyoruz evden. O pavyona bense ya Taksim Sanat’ a, ya Park Kafeterya’ya..

“Çok içmeyesin!” diye sesleniyor arkamdan, apartmadan çıkarken, “Döndüğümde evimi yerinde bulmak istoorum.” 

Kız arkadaşıma da söylüyor karşılaştıkça;

“Sen daha sık gel. Sen olmayınca bu zıvanadan çıkıyor.”

Turgut Savaş ağabeyim geliyor sık sık yoklamaya. Yalnız olmadığımı gördüğünde seviniyor, bir süre oturup gidiyor. Eğer yalnızsam ve de içiyorsam, önce şişeyi boşaltıyor lavaboya, sonra da beni yemeğe götürüyor. Bazan da sevgili Ediz Baysal’ ı yolluyor, git şuna bir bak diye. 

Suzan teyzenin yan dairesinde ise Arzu abla oturuyor. O da başka bir pavyonda üvertürmüş. Giriş katta oturan yöneticinin oğlu Murat söylemişti. Konsomasyona da çıkıyormuş ama dışarı gitmiyormuş. İlkin apartman toplantısında görmüştüm Arzu ablayı. Öğretmen ya da banka memuru sanmıştım. Bir gece, sabaha karşı anahtarımı apartman giriş kapısının anahtar deliğine denk getirememiştim bir türlü. Arzu abla da işten dönüyormuş yanında iriyarı bir adamla birlikte. Yardım etmişlerdi bana, kapıyı açmam için. Sonra da koluma girip daireme kadar çıkarmışlar, kapımı açmışlardı. Şaşırmıştım o zaman onu pür makyaj gördüğümde. Yaşı belki benden küçük ama Murat, apartman toplantısında “abla” dediği için ve de saygı duyduğumdan ben de “abla” diye hitap ediyorum. Aidat artışları konuşulurken söylemişti, ben yedi nüfusa bakıyorum, üç de kardeş okutuyorum diye. Karşılaştıkça selamlaşıyoruz. O iriyarı adam da koruyucusu ve erkek arkadaşıymış. Onunla da selamlaşıyor, hal hatır soruyoruz birbirimize. Belki onlar da merak eder, üst kattan ses seda gelmeyince. 

Sonra yan komşularım. Karısı mutfaktayken, iç cebimde götürdüğüm votka şişesinden su bardağına gizlice bir miktar koyan, bir zamanlar Ortaköy’de kasap dükkanı işleten, ayakları tutmayan, müflis Süleyman amca ve karısı Seyhan teyze. Ve kızları Nurdan… Onlar da merak eder. Arada Süleyman amcayla sohbete gidiyorum. Memleket meselelerini konuşuyoruz hararetle, ben kafayı buluncaya kadar. Paraya para demediği günleri anlatıyor bazen. O anlatırken Seyhan teyze de mırıldanıyor; “Ah şu kumar, gözü kör olsun” diye. Seyhan teyze bize çay yapıyor. Ama ben çeşitli bahanelerle beş dakikada bir kendi daireme geçip cebimdeki şişeden rahatça koca bir fırt alıyor, geri dönüyorum. İki saat içinde kafayı bulunca da vedalaşıp evime, uyumaya gidiyorum. 

Bir de Yeşilçam’da ve bizim bazı oyunlarda figüranlık yapan bir kızcağız var. Amerika’ya yerleşen ağabeyi de benim ilk oynadığım “Arkadaş” filminde yardımcı oyuncuymuş. Onların annesi de bana yakın oturuyor. İhtiyar bir teyze. Bazı akşamlar da ufak bir pasta alıp ona gidiyorum. Çok mutlu oluyor. Kahve içiyoruz birlikte. Falıma bakıyor. Hep gelecek olan güzel, huzurlu günlerden söz ediyor. İnanmasam da mutlu oluyorum. On gün uğramasam gittiğimde sitem ediyor. 

Resim de yapıyorum. Ama beğenmiyorum yaptıklarımı. Genelde parçalayıp sobaya atıyorum ertesi gün. Bazıları hoşuma gidiyor, saklıyorum bir süre. Şiir de yazıyorum bol bol. Şiir müsveddeleri. Uyku arası aklma gelen bir dizeyi kalkıp yatak odamın duvarına yazıyorum, 

Yarı Türkçe yarı İngilizce;

 

Madem ki böyle bu kast

I must!

 

Özgür Erkekli, Cengiz Korucu ara sıra bende kalıyorlar meyhane dönüşü. Özgür’ le paylaşıyorum yazdıklarımı. Cengiz’e anlatıyorum yazmayı düşündüğüm senaryo ve oyunları.

Ama hep derler ya; “Bir konu var kafamda, bir gün oturup yazacağım” diye ve o konu hep kafada kalır, bir türlü hayata geçmez, benimki de öyle işte. Hep kafada kalıyor. Çünkü yaşadığım hayat çalışma disiplinine ve sağlıklı kurgu yapmaya uygun değil. Karışık. Karmakarışık bir kısır döngünün içindeyim.

Geceleri üşüyünce köşedeki manavın önünden aşırdığımız sandıkları, eski perdeleri falan yakıyoruz kovalı sobada. Zaten parkeler de o nedenle yanmıştı. Gecelerden bir gece, sobanın kapağını açık unutunca alev yere sıçramış. Son anda uyanmıştım, yatak tutuşmaya başlayınca, ev duman içindeyken. Ve Allah’ın lütfu olmalı, üç yıldır su çıkmayan dairemin musluklarından gürül gürül su akıyordu. Zor söndürmüştüm. Ama halılar ve yatak kullanılmaz haldeydi. Ertesi sabah, ben “daha göreceğim günler varmış” diye bir yandan şükredip öte yandan “nasıl düzelteceğim bu evi” diye kara kara düşünürken, Cengiz’ le ortak arkadaşımız rahmetli Türkel uğramıştı kahve içmeye. Evin halini görünce çığlık atmıştı kızcağız. “Yanık kokusunu apartmana girer girmez aldım ama bu kadarını ummuyordum” demişti. Neyse ki bizim marangozhanenin elemanları ve boyacılar koşmuştu yardımıma. “Cüzi” bir bedel karşılığı onarmışlardı yanık yerleri, duvarları. 

Bir keresinde de matine öncesi ısınmak için evde ne bulduysam sobaya doldurmuş, üstüne de gaz dökmüş, yanacak mı diye eğilip bakarak çaktığım kibriti atmıştım içine. Sonuç mu? Yanık kaşlar, kirpikler ve kalan bir parmak yanmamış bıyıkla gitmiştim oyuna. 

Sonra, ayda bir evi soyan hırsız da çok telaşlanır, ben Kadıkalesi’nden dönmezsem. Çaldığı da sadece taksiti yeni başlayan ve çalındıkça, bütün tiyatronun müdavimi olduğu, Beşiktaş’daki taksitçi Oral beyden yenisi alınan müzik seti ve ufak televizyon. Gözleri parlıyor Oral beyin, her ay maaş günleri beni gördüğünde. Hem eskilerin taksitini ödüyor hem de yeni cihazlar alıyorum. Başka da bir şey yok evde zaten. Hırsız da haklı. Kırık bir kapı, top atsan uyanmayan bir ev sahibi ve her ay yenilenen gıcır gıcır aletler. Ömür boyu aylık gelir. Sonra yakalıyoruz bir ara. 

Annemde kaldığım bir gecenin sabahı, eve girip de dağınıklığı görünce hemen karakolun yolunu tutuyorum. 

“Gene mi?”diye soruyor komiser yardımcısı. 

“Maalesef” diyorum, “Gene soyuldum.”

“Değiştirmedin mi kiliti?”

“Değiştirdim çoktan. Zorlama da yoktu kapıda ama…”

Karakoldan bir polis memuru alarak keşif için eve gittiğimizde, belki çatıdan girmiştir diye terasa çıkıyoruz. Ev tam St. Pulcherie kız lisesinin karşısında. İki odalı, genişçe teraslı bir çatı katı. Yanıda da boş bir bina var. Memurla birlikte, belki oradan girmiştir diye terastan yandaki boş binaya atlıyoruz. Bir de ne görelim. Sevgili hırsızım; yanında müzik seti, televizyonum ve valizim, başucunda boş votka şişesi, boylu boyunca yatıyor yerde. Valizi doldurup aletleri aldıktan sonra, buzdolabındaki tek ürün olan votka şişesini de kapıp terastan boş binaya geçmiş. Geldiği yoldan gitmeden önce de, nasıl olsa kimse yok diye rahatça dikmiş kafaya votkayı. Ve sızıvermiş oracıkta. İki ay kadar sonra, hapisten çıkınca tekrar gelecek elimi öpmeğe. Biz kız arkadaşımla çay içerken kapı çalınacak. Açtığımda tanımayacağım ilkin. Çelimsiz, “Çaki” suratlı, kambur bir oğlan. 

““Tanımadın mı ağabey, ben senini hırsızınım. Tahliye oldum, elini öpmeye geldim”. 

Hadiii… 

Karnını doyurup çebine birkaç kuruş koyup, bir de üşümesin diye yeni aldığım montu da hediye ederek yollayacağım. Hani her şeye rağmen iyilik edip doğru yola sokacağız ya... Kız arkadaşım da gurur duyacak benimle… Bak bak, hesaplara bak! Evliya mısın mübarek! O gece ben gene annemde kalırken bir daha soyacak evi. Meğer keşif yapmaya gelmiş. Neyse ki sonra Cihangir caddesinin bir alt sokağına taşınarak kurtulacağım o beladan.

Sonra… 

Sonra, sonra, sonra…

Her birinin ardına sayfalarca anı sıralanmış, sayısız “sonra”.. 

1990 yılında, Bebek sırtlarında tuttuğumuz ve dayayıp döşedikten bir ay sonra bomboş kalan eve kapanacağım. Sadece anneannemin evinden bebek yokuşu boyunca sırtımda taşıdığım yatak şiltesi olacak evde. Bir de resim malzemeleri. On beş gün kimseyle görüşmeden, sadece resim yaparak ve düşünerek bütün hayatımı kare kare gözden geçirip sorgulayacağım yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı, yaptıklarımı, yapamadıklarımı, pişmanlıklarımı, özlemlerimi; tam on beş gün, sabahlara kadar.

Sonra da arınmış olarak 90’ lı yıllara adım atacağım. Ve bu zamana kadar sürüyor o arınmışlık. Zaten sürmemiş olsaydı ne bu resmi ne diğerlerini yapabilecek, ne o güzel rolleri oynayabilecek, ne de onlarca oyun yazabilecektim. Ne de yaşlanma fırsatı bulacaktım. Ardımda dişe dokunur hiçbir şey bırakamadan göçüp gidecektim yıllar önce bu dünyadan; geride beni sevenlerin acısı, yüreğimde yapmak isteyip de yapamadıklarımın özlemiyle.

Bütün bu anlattıklarım koca bir dönemin özetinin özeti aslında. Boyalarımı tuvalime sürerken beliren şekillerin çağrıştırdıkları.

Peki bu kafaya nasıl geldim. 

İşte işin orası tek bir resme ve birkaç sayfaya sığmaz. 

Çabalarımı, yürekten yakarışlarımı duymazdan gelmeyen, her düştüğümde kalkmam için destek veren, sonrasında bana belki de hak etmediğim kadar huzurlu, yaşanası ve üretken yıllar armağan eden yaradanın bir lütfu sanırım. 

Her hafta evime gelip beni toparlamak için çabalayan anneme, Kartal ağabeyime, canımın parçası ablama ve kardeşlerime, o yaşlı ve yorgun haliyle sık sık İstanbul’a gelen babamın ruhuna selam olsun buradan. Umarım sizlere istemeden yaşattıklarımı bir nebze olsun telafi etmişimdir sonradan. 

1989 sonbaharından sonraki “sonra” ların çoğunda, sevgili Kenan Işık vasıtasıyla tanıştığımız, acı tatlı beş yılımızı birlikte geçirdiğimiz, iznini almadan burada kendisinden söz etmenin doğru olmayacağını düşündüğüm kız arkadaşım da var. Ona da selam olsun.

Her neyse… 

1989 yazından yeğenim mi uğradı?

Colin Wilson’ dan bir alıntı ile bitireyim bari bu yazıyı. 

“Hayaller diyorum, iyi ki varlar, yoksa bu mesafeden nasıl sarılacaktım sana. ”

bottom of page