Yazdığım oyunun kulisi.
“Üstat Harpagon’ a Saygı Ve Destek Gecesi”. 26 Kasım, 2010.
Oyuncular gala için hazırlık yapıyor.
Sevgili Özden Çiftçi, Umut Demirdelen ve ŞahinÇelik’ i canlandırdıkları karakterlere uygun biçimde resmetmeye çalıştım. Resmi bitirince de imzamı aynanın önündeki menekşelerin arasına iliştirdiğim kartvizite attım.
O menekşeleri; o süreci birlikte yaşadığımız, emeklerini esirgemeyen, çoğu ile bir ömürlük meslek hayatını ve paha biçilmez anıları paylaştığımız arkadaşlarıma ve de Umut’ umuzun ve perukacımız İlhan Erem’ in cennetteki ruhlarına yolluyorum.
CivanCanova
‘Sokağa Çıkma Yasağı’nın Çıkış Noktası
Doğal talihsizlikler dışında insanın zorunlu olarak bir yere tıkılı kalması... Ne korkunç. Enkaz altında kalmak kadar beter bir şey bu bence. Hatta daha da beter. En- kaz kurbanları bile içinde bulundukları durumu bir nebze olsun kabullenebilirler belki. Çünkü onları oraya tıkan doğa şartlarıdır. Ya da insan ihmalidir.
Evrenin gücü karşısında boynumuz kıldan ince. İnsan ihmali ise adil bir muhakeme sonucunda, kurbanları geri getirmese bile, cezasını bulur sonuçta. (Diye umarız hep! Zaten cezasını bulmayanlar, bu oyunun konusu içine giren ikinci ya da üçüncü derecedeki erk sahipleridir.)
Ya kendini doğa kadar, hatta ondan da güçlü sananlar? Sözgelimi sokağa çıkma yasağı koyarak o an bulunduğumuz mekana mıhlanmamızı isteyenler? Bizim bir yerlere tıkılmamızı kendileri için kurtuluş olarak gören ya da toplum düzenini ancak böyle sağlayabileceğini düşünenler? Üstümüze ne büyük betonlar attıklarının farkında değiller mi? Değiller sanırım.
Çünkü yasakzedelerden bazıları böyle bir yasağı hiç umursamazlar.
Tıpkı oyundaki 555’ler gibi. Bence bu oyunun en güzel tipleridir onlar. Çoğunluğu temsil ederler. Büyük depremde bile hararetle bulmaca çözmeyi sürdürmüşlerdir. Eski yasaklarda "Dallas" ya da, "Görevimiz Tehlike" izleyenler gibi.
Bazıları ise bunalır. Hatta öyle bunalır ki, kendilerini rahatlatmak, kafalarının içindeki sorulara cevap bulmak için düşle gerçek arasında koşturup dururlar. Sokağa çıkma yasağı olmasa belki gene oturdukları yerde oturacaklar ama yasak zorlar onları.
Kendilerini sokağa atmaya zorlar. Özgürce düşler, çareler üretmeye zorlar.
Ben bütün bu karmaşayı bir de tersinden düşünmek istiyorum.
Şöyle diyelim sözgelimi: Ben bir yazar olarak yasakları sevebilir miyim? İnsanda uyandırdığı şeytani arzular ve yasak edinilenlerin tersini yapma dürtüsü nedeniyle yasakların en büyük düşmanı gene yasaklardır bence. Ya ben?... Yazar olarak yasakların düşmanı olabilir miyim?... Sanırım olamam. İnsanoğlunun çare üretme sınırını zorladıkları için belki. Belki ya- ratıcılığı körüklediği için. Birçok estetik ve düşüncel güzelliğin yasaklar nedeni ile filizlendiğini düşündüğüm için ben sevmek zorundayım yasakları.
Toplum düzenini korumak amacı ile koyulan gerekli yasaklardan söz etmiyorum elbet. Trafik yasakları ile ne alıp veremediğim olabilir ki? Sözünü ettiğim, kişi özgürlüğünü kısıtlayıcı yasaklar benim. Ben onları seviyorum. Çocukken milyonlarca hayalim- den biri de O’Henry gibi hapse düşerek orada güzel hikayeler yazabilmekti. Yazacağım hikayelerin konuları değil de tek kişilik hücredeki durumum cezbederdi beni. Bazı geceler, parmaklıklar arkasında tahta bir masada, daktilo tuşlarına basan hayali bir benin görüntüleriyle dalardım uykuya. Özgürlüğümün kısıtlan- ması beynimin içindeki özgürlüğün bir volkan gibi püskürmesi demekti benim için. Yasakları seviyorum. Çünkü onlar çok şey ifade ediyor bana.
Yasaklarını gördükçe, onların gölgesinde kendini erk sahibi sananlardan daha güçlü olduğumu hissediyorum. Kendimi daha güçlü hissederken yasakların ne kadar saçma, ne kadar ilkel ve ne kadar aciz olduğunu görüyorum. Belki de uyuzumu kaşıtıyor yasaklar bana. Onun için seviyorum. Yasaklar olmasa belki sesimi bile çıkarmayacağım. Ama yasaklar evrene haykırışımı sağlıyor. Acıyla değil ama alayla. Kimine göre açıkça değil ama çoğuna göre apaçık. Hücre anahtarlarını elinde tutanı çaresiz ve gerekçesiz bırakarak. Kimsenin eline koz vermeden. Hem sezdirerek hem de sezdirmeden... Anlatılmak istenenin bir rüya mı, yoksa gerçek mi olduğunu belli etmeden. Ve de satır aralarına kafa yoranlarla sohbet ederek. Başarabiliyorsam onlara tebessüm etti- rerek. Söylemek istediklerimizi kolayca söyleyebilmenin rahatlığı ve biteviyeliği yoktur yasaklarda. Kendinizi bir şeyler söylemek zorunda hissediyorsanız farklı söylemler geliştirmeniz gerekir. Bu da benim bir yazar olarak yasakları sevmem için yeterli bir neden değil mi sizce?
Gene de benim söyleme arayışı içinde bir yazar olarak yasakları sevmem, bir insan ve bir vatandaş olarak onlardan bunalmama, nefret etmeme engel olamıyor. Belki de oyundaki çatışma bu çelişkiden çıkıyor. Sokağa Çıkma Yasağı bu düşüncelerin ürünü işte. Yazdıklarımı açıklayan ek bir yazı yazmayı gereksiz bir angarya olarak gördüğümden, çıkış noktamı anlatmak istedim. İyi seyirler.
Civan Canova
1998 CEVDET KUDRET EDEBİYAT ÖDÜLÜ
ERKEKLER TUVALETİ
Ben ‘Sokağa Çıkma Yasağı’ oyununu biliyordum. ‘Kıyamet Sularında’ dan... ‘Erkekler Tuvaleti’ de dahil diğer oyunlarını bilmiyordum. ‘Erkekler Tuvaleti’ gerçekten de seyircinin hoşlanacağı, keyif alacağı ama aynı zamanda da düşünce jimnastiği yapabileceği, kimi küçük bilmeceleri, ince göndermeleri olan bir metin... Civan Canova ile yazışırken metni herkesin sevdiğini ama erotik bulduğunu söylemişti. O da metnin erotik olmadığını iddia etmiş böyle söyleyenlere. Ben de aynı düşünüyorum, bu metin erotik filan değil... Tiyatro en çok insana kendiyle alay etmesini gösteren bir sanat olduğundan ötürü bu kadar önemlidir bence. ‘Erkekler Tuvaleti’ beş farklı erkek tuvaletinin grotesk bir fotoğraf makinesiyle çekilmiş fotoğrafını sunuyor bize. En önemlisi, “erk” ile “cinsel erk”i sorguluyor. İnsanın mahrem alanındaki budalalıkları ve küçülmüşlüklerinin absürt bir parodisini getiriyor. İşte bu nedenlerden ötürü bize sıcak geldi. Üstelik metnin iç örgüsü oldukça zekice ve size de çalışırken keyif veriyor.
Semih Çelenk
Söyleşiyi yapan: Suha Çalkıvık, 2005