Yazdığım oyunun kulisi.
“Üstat Harpagon’ a Saygı Ve Destek Gecesi”. 26 Kasım, 2010.
Oyuncular gala için hazırlık yapıyor.
Sevgili Özden Çiftçi, Umut Demirdelen ve ŞahinÇelik’ i canlandırdıkları karakterlere uygun biçimde resmetmeye çalıştım. Resmi bitirince de imzamı aynanın önündeki menekşelerin arasına iliştirdiğim kartvizite attım.
O menekşeleri; o süreci birlikte yaşadığımız, emeklerini esirgemeyen, çoğu ile bir ömürlük meslek hayatını ve paha biçilmez anıları paylaştığımız arkadaşlarıma ve de Umut’ umuzun ve perukacımız İlhan Erem’ in cennetteki ruhlarına yolluyorum.
CivanCanova
‘Ful’ filizlenirken...
Oyun yazarken klavye üzerindeki parmaklarım genellikle frene basmakta zorlansa da, ısmarlama bir yazı istendiğinde tıkanır kalırım. Bir türlü yazamam o ilk cümleyi. Sinirlenirim.. Neden benden böyle bir yazı istendiğine öfkelenir, çaresizlikten laf cambazlıklarına başlarım. ‘Oyunun anlatmak istedikleri kendi içindeki dramatik örgüde gizlidir zaten, fazla söze ne hacet ‘ düşüncesiyle kendi cümlelerimden aşırmalar yapar, sonra da cıcığı çıkana kadar didiklerim bunları.
Oyunun provaları başladığına göre, ‘Ful Yaprakları’.hakkında da program dergisi için er veya geç yazı istenecekti. Ben önce davranayım istedim ve keyifli bir anımda oturdum masaya.
İnsan yazdıktan bir süre sonra yabancılaşıyor oyununa. Hatta öylesine yabancılaşıyor ki, oyunu çalışanların heyecanını paylaşmakta bile güçleniyor ilkin. Musa’ nın Richard’ ı benden daha iyi tanıması ya da Özlem’ in oyun içersindeki şifrelerden yola çıkarak dramatik kurgunun ve kişilerin geçmişlerini neredeyse eskiçağlara dayandıracak kadar boyutlandırması, bana uzun bir süredir kendimce geçerli nedenlerle ihmal ettiğim bir sevdiğimin, müthiş bir sürprizle karşıma çıkarılması gibi geldi. Farklı bir heyecen yaşadım. Kavuşma heyecanı. Ve bizi kavuşturanlar ikimizi de neredeyse bizden daha iyi tanıyorlar. Doğrusu da bu bence. Ben sevdiğimi ihmal etmişim ama yönetmeni ve oyuncuları sahiplenmiş onu. Bir süreliğine evlat edinmişler.
Bunca girizgah çümlesinden sonra gelelim sadede. Ben bu oyunu niye yazdım?.. Dürüstçe söylemek gerekirse, ilkin çok farklı nedenlerle oturmuştum masa başına. ‘Ful Yaprakları’ nı değil, başka şeyleri yazacağımı umuyordum. Başka ilişkileri, başka kişileri anlatacaktım güya. Oysa bilinç altımın beni masa başına oturtmak için düzenlediği küçük bir oyunmuş bu. Amacı ‘Ful Yapraklarını’ yazdırmakmış.
İkinci sayfayı bitirdiğimde, o hain bilinç altım, Genç kız’ın ‘Ben aslında porno yıldızı olmak isterdim’ dediği zaman, aslında ne olup ne olmadığını, gerçekte ne olmak istediğini ve de kendisini nasıl bir finalin beklediğini kulağıma fısıldamıştı bile. Yazma süreci boyunca daha bir çok şey fısıldamıştı kulağıma bilinç altım. Bazan sayfalar boyu kandırarak, onlarca sayfa yazdırtıp sonra da şaka yaptığını söyleyerek, binlerce kelimeyi çöpe attırarak, ama sonuçta bence çok mühim ipuçları verip gerçekten içinden geçenleri yazdırmıştı.
‘Dünyada beni özleyen, sesimi duymak isteyen tek bir canlı dahi yok.’ diye fısıldamıştı ilkin kulağıma bilinçaltım, belirsiz bir rol kişisinin sesini taklit ederek. Sonra da bunun ne yürekler yırtan bir haykırış olduğunu anlatmaya koyulmuştu...
‘İnsanını bunu söyleyebilmesi için, var olan tüm canlılarla bir biçimde ilişkişini bitirmiş olması gerekir.’ diye karşılık verdi aklım bilinçaltıma, ‘Düşünsene, kimse beklemiyor seni. Kimse ‘nerde bu?’ diye merak etmiyor. Ne bir ses, ne bir sinek, ne bir sevgi parçacığı, ne nefes, ne de aşk. Tek başına yaşamaya programlanmamış bir tür için katlanılmaz bir durum.’
‘Ben de bunu söylemek istiyorum.’ dedi bilinç altım, ve tekrar sesini değiştirerek şöyle fısıldadı; ‘Orda kimse yok mu?’
Ve aklım girdi devreye;
‘İşte bunu anlatan bir oyun yazmalısın.’
Aklım ve bilinç altım arasındaki bütün bu konuşmalar yazma sürecinin başlarında oldu.
Ben bu cümleyi yazmakta olduğum oyunun kişilerine söyletmesem de, için için hep şöyle haykırdılar ;.
‘Orada kimse yok mu?’
Ful yaprakları, sesleri çıkmadığı halde hayata haykırmaya çalışanların oyunudur.
Yaşam, hiç bir evresinde kucak açmamıştır; koca şehrin ortasında, tek kişilik hücrelerinde yaşamak zorunda bırakılanlara. Tek yol kendilerine benzer birilerini bulumaktır. Ama ‘kendilerine benzer birileri’ de yoktur aslında. Çünkü o ortamda kendileri bile kendilerine benzememektedir. O halde gerçeği sanalın içinde eritmek ve de yeniden şekillendirmek gerekmektedir.
‘Ful Yaprakları’, hiçliğin kıyısında dolanan - bu tabirimi ukalaca bulmazsanız – anti kahramanların var olma ve hayatlarını yeniden yazma çabalarıdır.
Oyunun ilk okuma provasına katıldığım gün, artık provalara gelmek istemediğimi söylemiştim arkadaşlarıma. ‘Zaten en iyi yazar ölü yazardır’ diye takılmıştı oyunun yönetmeni arkadaşım Turgay Kantürk. Bence de öyle. Asıl işim oyunculuk olduğundan bu duyguyu çok iyi biliyordum. Bazı oyuncular – ki ben de bunlara dahilim - ve de yönetmenler, her ne hikmetse, prova aşamasında yazarımızın ‘naciz vücudunu’ görmektense ruhuyla iletişim kurmayı tercih ederler. Çünkü masa başı ve sahne farklı mekanlardır. Masa başını doğum odasına benzetirsek eğer, sahneyi de çocuk yuvası ile üniversite arasında herhangi bir kuruma benzetebiliriz. Bu bağlamda doğumu yaptıran doktorun çocuğun akademik hayatına müdahale etmesi ne derece doğru olur?
Oyunumu bitirdiğim gün ayrılmıştı yollarımız. Eğer yazarından bağımsız olarak var olabiliyorsa - ki umarım öyle olur - görev tamamlanmıştır. Ve de benim inancıma göre yazılan herşey herkesindir. Telif konusuna gelince, ben sadece doğum ücreti alıyorum.
Ben haykıracağım kadar haykırdım. Çok sevgili ‘Ful Yaprakları’ mı, farklı yapraklar toplamak uğruna yeni sahiplerine emanet ediyorum.
Civan Canova
Mart 2005
.
Hamiş : Yukarki yazıda, oyunun patlaması halinde, ‘Ben emanet ettim ama içine ettiler’ gibilerden bir önlem kaygısı sezilse de, yazıyı yazan bu amaçla kaleme almadığını beyan eder J)))
Söyleşi: Suha Çalkıvık
İstanbul Devlet Tiyatroları’nda görev alan bir sanatçısınız. Profesyonel oyunculu
kta 26 yılı geride bıraktınız. Toplu Oyunlarızın üçüncüsü de yayımlandı. ‘Ful Yaprakları’, yazdığınız oyunlar arasında sahnelenen üçüncü oyununuz sanırım. Oyun yazma uğraşınız nasıl başladı?
1994 yılında ‘Kıyamet Sularında’ isimli oyunumu yazdım. 1995 –96 sezonunda İstanbul DT repertuarına aldı ve Oda tiyatrosunda sahnelendi. On yıl sonra da ‘Ful Yaprakları’ sahneleniyor aynı yerde. Bu benim için büyük bir onur. 1996 yılında ‘Kıyamet Sularında’ Avni Dilligil ve İsmet Küntay en iyi yazar ödüllerini almıştı. Ayrıca yönetmen ve oyuncular da ödüllendirilmişti. Kenan Işık sahneye koymuştu oyunu. Başta yönetmen ve oyuncu arkadaşlarım ve de çalışan herkes çok sahiplenmişlerdi. Şimdi de çok sahiplendiler ‘Ful Yaprakları’ nı. Bütün arkadaşlarım. En büyük mutluluk bu benim için. Paylaşım. Hiçbir şeyle ölçemezsiniz bu hazzı. Seyircinin size katılması için öncelikle ekibin yaklaşımı çok önemli. Onların bu heyecanı gerek kuliste, gerek sahnede o kadar belli oluyor ki gözlerinden.. Tek başıma çalışmayı sevdiğim için başlamıştım oyun yazmaya, arkadaşlarımın desteği devam etmemi sağladı. Şimdiye kadar yedi oyun yazdım. Altısı basıldı, üçü sahnelendi.
Sahnelenmemiş oyunlarınızın oynanması için girişimler var mı?
Hayatım boyunca korkmuşumdur bu girişim dediğiniz işten. Girişimler hep benim dışımda gelişti. İlk oyunumu çekinerek okutmuştum bazı arkadaşlarıma. Biraz destek görünce de Ankara’ ya yollamıştım repertuar kuruluna. Şimdi arada arıyor bazı öğrenciler, ‘falanca oyununuzu oynayabilir miyiz?’ diye, inanılmaz derecede mutlu oluyorum. Sanırım birkaç üniversite oynadı Anadolu’ da. Uzun süre mektuplaştık bazılarıyla. Konservatuvarda tiradlar çalışıyor çocuklar. İnternette ‘Erkekler Tuvaleti’ ni çalıştıklarını okudum İzmir’ de. İnşallah çağırırlar beni de. Profesyonel anlamda yeni bir girişim var mı bilmiyorum. On yılda üç oyunumun üç ayrı tiyatro tarafından dört kez sahnelenmesi benim için yeterli şimdilik.
Ful Yaprakları’nı 2002’de yayımladınız. Bu kadar uzun mu sürüyor bir projenin hayat bulması?
Doğrusu bu şansı yakalayacağımı ummuyordum başta. Sonra repertuar kurulundan geçince umutlandım biraz. Aslında oyunun repertuar kurulundan geçmesi de bir anlam taşımıyor. Oyunu sahneleme arzusu gösteren yönetmen de çıkmayabilir. İki yıl önce DT ilan etti oynayacağını. Kısmet bu güneymiş. Bence sonuç açısından çok da iyi oldu gecikmesi. Şans diyorum çünkü bu gün oynanmasını bile büyük bir şans olarak görüyorum. Oyunun seyirciyle buluşacağına inanan seçiciler, idareciler, yönetmen ve oyuncu arkadaşlarım.. Bunların bir araya gelmesi bile mucize gibi. Ne bileyim, yönetmen benimser mesela, oyuncuyu inandıramaz. Ya da tersi olur. Yahut yazara inanmayıp kerhen oynarlar. Bunlar genelde yıllardır yaşadığımız şeyler. Belki de işin yapısı gereği, huzur içersinde geçen provalara pek sık rastlanmasa da ben bu oyunun çok huzurlu bir çalışma ortamından sonra sahnelendiğine inanıyorum. Bu anlamda projenin hayata geçmesi için harcanan süre değil, sonuç çok önemli benim için. Sonuç ise dediğim gibi olumlu galiba. En azından benim için varılabilecek en iyi sonuçlardan biri. Oyunum oynanmasaydı ne yapacaktım? ‘Harika bir oyun yazdım’ diye kapı kapı dolaşamayacağıma göre, şimdiki gibi iki arada bi derede sürdürecektim yazmayı. Benim işim de bu zaten. Gerisinden anlamam, anlamak da istemem. Oynanınca elbette çok mutlu oluyorum ama oynanmaması da pek etkilemiyor yaşamımı. Hiçbir konuda hırslı değilim. Bu özelliğimi zaman zaman büyük bir eksiklik gibi görsemde, sanırım genellikle de memnunum halimden. Oyunum oynanmazsa kendim çıkar başkalarının yazdıklarını oynarım. O da olmazsa ense yaparım.
Ful Yaprakları’nı seyrettikten sonra “Bu oyun mutlaka yabancı dillere tercüme ettirilmeli!” demiştim içimden. Metnin anlatım zenginliği, karakterlerin -alt yapılarının- replikleri ile çok sağlam çizilmiş olması, kurgudaki özen ve çağdaş dili gereği...Bir de, metniniz üzerine çözümleme yapacak insanları hayli zorlu bir yolculuk bekliyor. Tekstte yaptığınız göndermeler, metaforlar, kolay yenilip yutulacak sözler barındırmıyor. Sahnelenmeden önce bir tiyatro adamı olarakendişeleriniz oldu mu? Ürktünüz mü hiç, rejisöre teslim ederken?
Çocuğunuzu teslim ediyorsunuz. Ya iyi bir hocaya vereceksiniz ya da Erkin ağabey gibi kendiniz eğiteceksiniz. Şaka bir yana ben rejisörlükten anlamam ama rejisörden anladığımı sanıyorum. Bu nedenle de gönül rahatlığı içersinde, iyi bir hocaya denk düştü diyebilirim. Turgay çok iyi bir isim. Daha önceki çalışmalarını biliyorum. Üstelik oyunun geçtiği dünyadan da haberdar. Ve de şair. Siz olsanız teslim etmez misiniz oyununuzu, gölgesini sonsuzluğa uzatan bir şaire?.. Tabi bu kişi aynı zamanda bir tiyatro adamıysa.. Başkaları da var elbet. Hayata komşu pencerelerden baktığımız başka arkadaşlarım da var ama Turgay sonuçta çok iyi bir oyun çıkardı. Oyunu doğru okudu ve zenginleştirdi. Rejisor olarak da bir güzel imzasını attı altına. Kollektif üretilen işin yukarıda da belirttiğim gibi bir huzur ortamı içersinde oluşturulması gerekiyor. ‘Huzur’ dan kastım üretime yönelik tartışmalar değil elbet. Kıran kırana da tartışabilirsiniz ama o kastettiğim huzur vardır hep. Bu da kanımca doğru paylaşımla gerçekleşir. Ben bir yazar, Turgay yönetmen, Musa, Özden ve Özlem oyuncu olarak, Enver ışık tasarımcısı, Gülhan kostümccü ve Ethem de dekor tasarımcısı olarak doğru bir paylaşım yakaladık. Bu isimleri pohpohlamak için yazmadım. Çok çok eminim bu paylaşımdan. Dönelim sorunuza; başlangıç da, oluşturma süresi de, sonuç da ürkütücü olmadı.
Oyununuz bana göre, günümüzün yalnızlaştırılmış, hiçleştirilmiş insanının sanal alemdeki gezintilerinden yola çıkarak, bir türlü kendini bulamayaşının iç sorgusu, patlamaları, traji-komik yalan-gerçekliği üzerine tokat gibi bir metin. Bu oyunu yazma süreciniz nasıl oldu? Sıkıntılı, içinden çıkamadığınız yazma anları oldu mu? Yoksa, ‘kurgusu’ ta başından hazır mıydı kafanızda?
Başka bir oyun yazacaktım bu çıktı. Nasıl bitirdim bir ben biliyorum. O anki curcuna arasında nasıl yazdım anlamadım. Dedim ya, çok farklı bir oyun yazmak için oturmuştum masaya ama iki sayfa yazdıktan sonra değiştirdim fikrimi. Sonraki günlerde ne yazacağımı biliyordum artık. İş onları kağıda dökmeye gelmişti. Kağıt ağız alışkanlığı elbet.. Kağıdı kalemi unutalı yıllar oldu. Bu arada dizide oynuyordum, tiyatroda oyunum vardı ve hayatımda özel acılar, tatsızlıklar yaşanıyordu. Hayatımı beş altı parçaya bölmüştüm. Oyun yazmak yoktu bu parçaların arasında. Ne zaman müsaitti, ne de kafam. Öte yandan hiç çıkaramadım aklımdan. Saplantı halinde oyunu düşünmeğe başlamıştım. ‘Kaktüs Çiçeği’ oynuyorduk Taksim sahnesinde. Setten oyuna koşturduğum sıralarda notlar alırdım kuliste. Bir yandan oyunumu oynar öte yandan eve gittiğimde yazacağım sahneleri düşünürdüm. Makyaj kalemiyle ufak notlar alırdım soyunma odasında. Sonra eve dönüp tasarladığım sahneyi yazardım. Böyle böyle bitti Ful Yaprakları. Bittiğinde çok mutlu olmuştum. O zamanlar hayatımdaki tek mutluluk o şartlarda bir oyun yazabilmiş olmaktı. Ve de kanımca güzel bir oyun çıkmıştı.
Oyunlarınızı yazarken aynı zamanda bir ‘oyuncu’ olmanın avantajları oluyor mu? Dramatik düşünce, sizde zaten yıllar içinde özümsediğiniz bir şey...Faydası oluyor mu oyun yazarken?
Olmaz mı.. Sahnede oldum olası kitabi konuşmalardan nefret etmişimdir. Edebiyat arenası değil ki sahne, hayatın kendisi. Ama hayatın kendisi diye de hayatı olduğu gibi getiremezsiniz. Rastgele yaşanan hayatı rastgeleymişcesine oynayabilirsiniz. Rastgele değil de rastgeleymişcesine yazmaksa ayrı bir denklem gerektiriyor. Tekniği sezdirmemelisiniz. İlk sahnedeki alelade bir cümle birkaç sahne sonraki başka bir sözcükle bağlantılı olabilir. Bütün şifreleri oyunun bütününe ve biribirini tamamlayacak uzaklıkta serpiştirmelisiniz. Bu arada ufacık bir mesaj kaygısı oyunu yerle bir edebilir. Yazarken bir sahnenin ne kadar süreceğini tam bilemeseniz de, dinleyerek ayarlamanız gerekiyor. Mizansenleri de göz ardı etmemeli. Çünkü süre çok önemli. Bu anlamda oyunculuk deneyimi işe yarıyor. Rol çalışırken de yaparsınız bunları. Ben yazarken kafamda oynarım o sahneyi ama asla belli bir oyuncu düşünmem. Başta söz de düşünmem. Kanımca tam bir formülü de yok bunların ama oyunun gerçeği ile oyunun gerçeğine ters düşen her şeyi ayırmalısınız biribirinden. Bazan müziğini bile duymaya çalışırım yazdığım sahnenin. O sahneye vuran ışığı düşünürüm. Sakın yanlış anlaşılmasın, yazarlık böyle olur falan demiyorum. Zaten yazar olduğumu da sanmıyorum. Yazıyorum ve seviyorum bu işi. Oyunculuk deneyimim olmasaydı, sahne gerceğini bilmeseydim daha farklı yazardım sanıyorum. Laf aramızda oyuncu falan olduğumu da sanmıyorum. Kendi çapımda bir şeyler haykırıyorum sadece. Gene de bütün bunları rastgele haykırışlar şeklinde değil de, bilinçli bir biçimde yaptığımı düşünüyorum.
Gelelim oyunun sahnelenişine; Turgay Kantürk ve yaratıcı ekibin çarpıcı, zekice buluşları hakkında ne düşünüyorsunuz? Metninizin sahnedeki teknolojik buluşlarla zenginleştirildiğine katılıyor musunuz?
Bu sorunuzu okumadan cevaplamışım yukarıda. Yerden kazanmış olduk böylece. J
Elbette zenginleştirdiler.
Oyuncuların, başta Musa Uzunlar olmak üzere, rollerini çok sevdiklerini hissettik Başarılı buldunuz mu oyuncu arkadaşlarınızı siz de? Yoksa izlerken, “ya şurayı, şöyle yapsaydı!” dediğiniz yerler çok oldu mu?
Söyledim ya, üçü de can kattılar oyuna. O kadar çok şey söylemek istiyorum ki, ama yağcılığa girer diye korkuyorum. ‘Şurayı şöyle yapsaydı’ meselesine gelince, o hiç bitmez ki. Beylik bir laf olacak ama gerçekten oyunculuğun sonu yok. Gene de, doğru yorumladıktan sonra, iyi de oyuncu olunca - nasıl hayatta yaşadıklarımıza, yaşandıktan sonra ‘surayı da şöyle yapsaydım’ deme şansımız yoksa - oyuncuya da ‘şurayı şöyle oynasaydın’ demeye gerek yok pek. Adam doğru oynuyor. Güzel oynuyor. Oynamaktan haz duyuyor ve en önemlisi hayatın içindeymişcesine oynuyor ve inandırıyor. İstese de çizginin dışına çıkamaz ki.. Çıkmayı da istemez zaten. Çünkü bilinçli yapıyor işini. Orayı da kafasına göre oynasın. Bizim kızlar alınmasın sakın, ‘adam’ derken hepsini kastediyorum.
Türkiye’de bir ilk gerçekleşecek yakında sanırım. Oyunun internetten yayınlanması projesi gerçekleşirse nasıl tepkiler bekliyorsunuz?
Bu konuda hiçbir fikrim yok. Tanımadığım kişiler bile mail atıp soruyorlar ne zaman gerçekleşecek diye. Bakalım, birlikte göreceğiz.
Oyunu tercüme ettirmeniz konusundaki önerime nasıl bakıyorsunuz?
Başka oyunlarım için birkaç çevirmen arkadaşıma teklif etmiştim laf arasında ama pek sıcak bakmadılar. Ben de üstünde durmadım. ‘Kızıl Ötesi Aydınlık’ isimli oyunumu birkaç yıl önce erkek kardeşimle birlikte ingilizceye çevirmiştik, eğlenmek için. Öylece duruyor kütüphanemde. Ful Yaprakları’ na gelince.. Üşenmezsem belki ilerde ben çeviririm desem de, bu gibi işler bana vergi iadesi zarfı doldurmak kadar külfetli geliyor. ‘Erkekler Tuvaleti’ Almanya’da oynanacaktı geçen yıl ama çevirmen yarım bırakmış galiba. Elbette çok isterim çevrilmesini. Oynanmasa bile birkaç tiyatro sever tarafından okunmuş olur. Ama sanırım o kadar kolay değil bu işler.
ÇOK TEŞEKKÜRLER SEVGİLİ CİVAN CANOVA
Söyleşi: Suha Çalkıvık