Yazdığım oyunun kulisi.
“Üstat Harpagon’ a Saygı Ve Destek Gecesi”. 26 Kasım, 2010.
Oyuncular gala için hazırlık yapıyor.
Sevgili Özden Çiftçi, Umut Demirdelen ve ŞahinÇelik’ i canlandırdıkları karakterlere uygun biçimde resmetmeye çalıştım. Resmi bitirince de imzamı aynanın önündeki menekşelerin arasına iliştirdiğim kartvizite attım.
O menekşeleri; o süreci birlikte yaşadığımız, emeklerini esirgemeyen, çoğu ile bir ömürlük meslek hayatını ve paha biçilmez anıları paylaştığımız arkadaşlarıma ve de Umut’ umuzun ve perukacımız İlhan Erem’ in cennetteki ruhlarına yolluyorum.
CivanCanova
Anlarım, anılarım, hayallerim, renklerim..
2014 yılının son aylarında, kendime has, tuhaf bir mutsuzluk yaşıyordum.
Neredeyse üç yıldır yazı yazmıyordum. Oysa yakın zamana kadar her yaz kendimce bir tiyatro oyunu bitirir, sonbahara doğru bunun hazzı ve huzuru içersinde, kendimi yenilenmiş ve yeni sezona hazır hissederdim.
Sonrası, tiyatroda oyunum varsa oyun, çekimim varsa çekim, kış boyu koşturur, tekrar yorgun düşerdim. Sonra yeni yaz gelir, yeniden yazı yazmaya koyulurdum. Sonra gene kış, gene koşuşturma, yıllardır böyle sürüp giderdi bu.
Ama üç yazdır boş boş oturuyordum. Uyan, deniz kıyısına git, dostlarla muhabbet et, sonra güneşi batır, sonra yat uyu, ardından da bu eylemleri kopyalayıp diğer bütün yaz günlerine yapıştır. Üç yazdır böyleydi bu. Gerçi sağlık problemleri ile de uğraşmıştım ama iki arada bir şeyler karalayabilirdim en azından. Yapamadım.
Çünkü beni oyun yazmaya motive edecek hiçbir şey yaşanmıyordu dış dünyada. Tam tersi, yaşananlar hevesimi kıracak cinstendi. Bir kargaşadır sürüp gidiyordu, yok sahneler kapatılacak yok kültür merkezleri dönüştürülecek… Kafalar karmakarışıktı. Bundan sonra oyun yazsam ne olacaktı ki... Kimlerle, hangi sahnelerde paylaşacaktım.
Aşağılayıcı sözler, düşünceler umudumu ve oyun yazma şevkimi sıfırlıyordu neredeyse.
Yazdığım onlaca sayfa, cümlelerim, hayata bakışım, önermelerim sonuçta isimsiz bir klasörde donup kalacaksa, oyun sahneleyecek mekanlar ve de en kötüsü bu gibi “ıvır zıvır” faaliyetlere ilgi gösterenler giderek azalacaksa ne lüzum vardı yazmaya. Paylaşılmayan üretim ne işe yarardı? Bu tartışmaya açık ruh hali içersinde kıvranıp dururken şöyle fısıldadım kendi kulağıma;
“Kurmak istediğim cümleleri renklerle de kurabilirim. Oluşturmak istediğim dünyaları, becerebildiğim kadar, tuvallede de oluşturabilirim.”
Bu karamsarlık ve medcezirler beni gençliğimden beri saygı ve hayranlık duymakla birlikte yetersiz kalma ihtimali nedeniyle temkinli ve ürkek yaklaştığım bir alana itti. Daha doğrusu sürüklendim. Niyetim bir şey kanıtlamak değildi ki. “Bakın ben resim de yapıyorum” diye ortalarda dolaşıp ucuz bir uyuz kaşıma eğiliminde olduğumu sanmıyorum. Tek isteğim yaptıklarımla hayatıma anlam kazandırmaktı. Amaç bu anlamı olabildiğince hissetmek ve sonrasında da paylaşmaksa bunu yakın çevremle de halledebilirdim. Bu nedenle imza atarken soyadımı kullanma gereği bile duymadım. Bu alışkanlık hala devam ediyor.
İşte bu düşüncelerle başladım ciddi ve disiplinli bir biçimde resim yapmaya. Hayranlık duyduğum kişiler geçti aklımdan renkleri birbirine karıştırırken.
Mesela Can Yücel geçti. Oscar Wilde geçti, Shakespeare geçti, Ruhi Su geçti, Deniz Gezmiş geçti, Bertold Brecht geçti, John Lennon geçti.. Sonra Van Gogh’u düşündüm. Ne şartlarda, hangi ruh haliyle çalıştığını hayal ettim bildiğim kadarıyla ve bildiğime hayallerimi de ilave ederek… Fırçalarımı yıkadığım esnada, onun da geçmiş anlardan birinde bu eylemi yaptığını ama üstün biriyle aynı eylemi yapmanın kişiyi o düzeye getirmediğini düşündüm. Sonra da Van Gogh’un evrensel düzeyini bilemeyerek yaşamasının özel görecelikte büyük bir şanssızlık ve trajedi genelde ise önemsiz bir ayrıntı olduğunu düşündüm.
Sonra, kulakları çınlasın, Nur Subaşı geldi aklıma.
Uzun yıllar önce bir oyun çıkışı Park Kafe’de otururken sormuştum Nur beye, şu an kapıdan Van Gogh girse ne yaparsınız diye,
“Kulağı kesikse ilkyardıma götürürüm yavrucuğum” diye cevap vermişti o çok özel ses tonu ve kendine has vurgusuyla.
Sonra serbest çağrışımın ve tabi alkolün de etkisiyle muhabbet koyulaşmış ve konu John Lennon’a dayanmıştı. Lennon’un öldürüldüğü günlerdeydik zaten.
“Peki John Lennon’la birlikte girseler?”
“İkisini ilkyardıma seni de ruh ve sinir hastanesine götürürdüm!”
Bunları düşünüp gülümseyerek fırça sallarken; oyun yazsaydım mesela, bütün bu güzel insanları birer rol kişisi olarak aynı dünyada buluştursaydım diye geçti aklımdan.
Sonra şekilleri belirdi tuvalimde, hikayelerimin...
Art arda yaptım bu resimleri.
Hikayelerini anlatırken kendime, hiç ara vermeden..
O yaz da, her yaz olduğu gibi, Gümüşlük’ de geçti.
Bu sefer aile evimizde değil de sahilde, rahmetli teyyareci Ahmet amcanın deniz kenarındaki evinde kaldım. İkinci kattaki iki daireden birini kiraladım. Yanımdaki odada kadim dostumuz Momti kalıyordu. Dışarıdan baktığınızda renksiz tanıdığınızda ise rengarenk bir kişilik. Bir resim aşığı. Ansiklopedi değerinde bir resim arşivi hazırladı yıllarca emek vererek. Ona ulaşabilmek için kedilerini, yarış kanalına ayarlı her daim açık televizyonu, at yarışı kuponlarını, sayısız izmariti ve müzmin suskunluğu aşmanız gerek. Sonrasında her şeyden konuşabilirsiniz. Resimden, ressamlardan, müzikten, hayattan, hatıralardan, hanımlardan...
Bir yaz sonra Momti karavana taşındı. Karavanın önünde sohbet ettik geceler boyu. Ben karavanı çevreleyen kamışların üstüne resimler yaptım.
Janis Joplin’den, Jimi Hendrix’den, John Lennon’dan falan konuştuk, Jackson Pollock’ u tartıştık...
Sonra da ben eve gidip sabaha kadar bu resimleri yaptım.
Yeni yıl yaklaşıyordu.
Her yıl olduğu gibi eski yılbaşı gecelerini düşündüm.
1982 yılını seçtim hepsinin arasından.
Çiçek pasajında bir meyhane...
Hayatla pek başa çıkamamış, sıradan ama güzel insanlar.
Alkol, boşluk, çare arayışları, anlık “eğlence”ler, umut, umut, umut..
Sonra daha eskilere gittim.
60’lı yıllara...
İki gün önceden hazırlanılırdı yılbaşı şenliklerine.
Kestaneli pilavlar, lahana dolmaları, yaprak sarmalar…
Nono, Sevim Çağlayan olurdu. Anneanne ve cicianne fasıl heyeti.
Biz tıfıllar da çalgıcı ve gazinonun üvertür komikleri.
Hele 80’li yıllara bir girdim mi hiç çıkamıyordum.
O yıllarda, o dipsiz kuyunun ortasında; tiyatro kulisleri bir kaçış, bir umut, hayatımızın tek rengiydi. Olmak istediğim ilk ve tek yerdi. Sanırım hala da öyle.
Rahmetli Ertuğrul İlgin ile babam konservatuvardan sınıf arkadaşıydılar. 1989 yılında, "Oyunun Oyunu" kulisinde, hazırlanırken eski tiyatro günlerini anlatırdı Ertuğrul ağabey. Babamla hazırladıkları oyunları anlatırdı. Ertuğrul İlgin ve babacığımın gençliğinde canlandırdığı kahin Teresias yansıdı tuvalime hayaller arasında gezinirken.
Oysa 60’lı yıllar sıcacıktı.
O sıcak ev, soba, camda beni bekleyen anneannem…
Bayağı bir rüyama girdi İstanbul’daki ilk yıllarımda;
Sonra o duygu çoğu resme yansıdı.
Anneanne ve cicianne.
Kahvelerini yapar, pencere kenarına oturur,
Saatlerce eskilerden konuşurlardı..
Biz seninle iki yalnız
Sapıp sarıp çileleri
İlmik ilmik
Yalnızlık çoğaltırız
Biz, iki yalnız
Eskileri birbirine düğümler
Oturup cam kenarına, elimizde kahveler
Hep aynı şeylere ağlarız

.jpg)



Nonom el kuklaları yapmıştı bana. Elbiselerini dikmiş, yüzlerini boyamıştı. Oda kapısının camı kırık penceresinden oynatırdım kuklalarımı. Erkek kardeşim İstanbul’dan geldiğinde ona gösteriler hazırlardım. Hasta yatağından izlerdi Nono, bazen bizi. Anneannem sigara böreği kızartırdı. Kokusunu duyarım hala, sigara böreklerinin değil, o evin… Gözlerim falan dolar. Nasıl bir koku diye soran olursa... Galiba... Sevgi kokardı.
Ya da Haiku tarzında anlatacak olursam;
Resmi bitirdim
Kokusu geldi birden
Eski bir evin
Tiyatroda Kerim bey vardı. Vakıf işleriyle ilgilenirdi. Felçli olduğu için küçük tiyatroda, yani Evkaf Apartmanında yatıp kalkardı. Dostuydu babamım. Odası ikinci kattaydı. Her tiyatroya gidişimizde uğrardık Kerim beye. Kahve içerlerdi babamla. Sohbet ederlerdi. Sonra babam kuliste kalır, biz ablamla salona geçerdik oyun izlemek için. Ayrı bir heyecan duyardık babamın sahneye koyduğu oyunları izlerken. Ben daha sonra defalarca gider nerdeyse ezberlerdim oyunu. Oyuncu olabilmek, o kulislerde olmak, sahneye çıkmak... Bunları düşlerdim geceleri, uykuya dalmadan önce. Bu resmi yaparken Kerim bey geldi aklıma. Bir baktım o da belirdi karşımda, odasının penceresinden bize el sallarken.
10 Mart, 1974. Nonom öldü. Sıhhiye pazarının karşısında, salonu boklu derenin kokusuyla havalanan bir zemin katta oturuyorlardı, enişteyle, son bir kaç yıldır...
Bizim evde öldü Nono. Anneannemin evinde. On dokuz yıl önce doğduğum odanın tam karşısında, penceresi pazar yerine bakan salonda. Bir senedir hastaydı zaten. Zor nefes alıyordu. Anneannem bakıyordu ona da... Ben salonda yüksek sesle tarih çalışırdım bazen, henüz lise sondayken... Nono beni dinlerdi yattığı yerden. Öyle can kulağı ile dinlerdi ki, sonra imtihan ederdi. Bazen aradan haftalar geçtiği halde unutmazdı benden duyduğu önemli tarihleri. Derken lise bitti, ben üniversiteye yazıldım, o hala yatıyordu.
Öldüğü gece eve sarhoş gelmiştim. Sabah ablam söyledi, nononun sabaha karşı öldüğünü. Kendini bilmiyordu son günlerde. Sürekli kan veriliyordu. O gece beni içkili görünce bakmış, gülümsemiş. Hayal meyal hatırlıyorum.
Sabah ayılıp salona gittiğimde kanepede yatıyordu upuzun. Büyük enişte, yani kocası, bıyıkları buz tutmuş, üzerinde atlet, omuzunda trençkotla geldi, ben uyandığım sırada. İçkiliydi her zamanki gibi. Ağlıyordu. Alelacele abdest almıştı evinde, soğuk suyla.
Ertesi gün ise İstanbul’daki erkek kardeşimin onuncu doğum günüydü. Nonoyu gömdük ve İstanbul’ a telefon ettik, kutlamak için. Yaşadıkları zemin kata gittim, uzun bir süre, geceleri, alkol had safhadayken, Nono öldükten sonra... Belki sesini duyarım içerden diye, sokak kapısını dinledim kulağımı dayayıp... Sonra da hep fırça yedim anneannemden, eve sarhoş ve de kan çanağı gözlerle geldiğim için.
Ben yazları sahilde fink atarken mektup yazardı Sıhhiye’ den, zemin kattaki rakı sofrasından; şu tarihte şu saatte mehtaba bak, diye. O da bakacakmış. Böylece bakışlarımız önce ayda kesişecek, sonra kalplerimizde birleşecekmiş.
Ve bakışırdık, mehtabı aramıza alarak Nono ve ben, o söylediği tarihte.
Ben iskelede, o ise bozkırın dere sahilinde..
Öldüğü günlerde şunları karalamışım bir fotoğrafının arkasına;
Sesin halka halka ilerliyor evrende
Evrende kahkahan
Gözyaşlarınsa yağmur olmuş, deniz olmuş,
Çağlayan…
Nonomun Yılbaşı Ağacı
“Nedir bu?”
Çay bardağına doldurduğu rakısından bir yudum alıyor, kataraktlı göz bebeklerinin ardından hüzünle gülümseyerek bakıyor bana.
“Yılbaşı ağacımız.”
Akşam sofrası toplanalı epey oldu. Perdeler kapalı. Dışarısı buz gibi.
Bu yılbaşı kar yağmayacağı için üzülüyordu ablam. Akşamüstü tek tük serpiştirmeye başlayınca deliye döndü. Yarın sabaha kadar tutması ümidiyle, anneannemle birlikte kapının önüne çıktılar, kar tanelerini izlemek için.
Nonom, yemek masasının yanıbaşındaki sedirde oturuyor.
Bense ayakta, dirseklerimi masaya dayamış, onu izliyorum.
Şişesi henüz yarılanmış Nonomun. Bu da demektir ki, daha en az bir saat vakit geçireceğiz birlikte. Keşke bir şişe daha içse de sabaha kadar otursak. Onunla oturmak, sohbet etmek hoşuma gidiyor.
Yılbaşı ağacımıza bakıp gülümsüyorum.
“Beğendin mi?” diye soruyor.
“Çok güzel.”
“Bunlar da süsleri. Bak...”
“Parlak süsler, değil mi onlar?”
“Parlak süsler. Renk renk. Mavi, sarı, yeşil, eflatun...”
Sobanın sıcaklığı bacaklarıma vuruyor. Arada bir elimle ovuşturuyorum yanan baldırlarımı.
Nonom, Bafra paketinden bir sigara çekiyor, dudağının kenarındaki ufalmış olanla değiştirken, aniden o malum öksürük krizine tutuluyor. Tıkanırcasına öksürüyor bir süre. Nefessiz kalıyor. Gözleri yaşarıyor. Yanakları, dudakları, boynu mosmor kesiliyor. Bu görüntüye uzun bir süredir aşina olduğumdan ve de aklım yılbaşı ağacımızda kaldığı için onun bu halini umursamıyorum pek.
“Peki lamba yok mu ağacımızın üstünde?” diye soruyorum.
“Nasıl lamba?” diye soruyor, hırıltıyla soluyarak.
“Olur ya hani... Küçük ampuller... Yanıp söner durmadan.”
“Olmaz olur mu?”
“Koyalım o zaman. Şimdiden yanıp sönmeye başlasınlar.”
“Acele etme. Şu süsleri yerleştirelim önce.”
Biraz su içiyor. Yavaştan rengi düzelirken, sağlam kalan ön dişleriyle masadaki kuru soğan dilimlerinden birini ısırıyor, yüzünü buruşturarak çiğniyor, bir fırt daha çekiyor rakısından ve büyük bir ciddiyetle işine koyuluyor.
“Çok güzel oldu. Eline sağlık.” diyorum.
Hoşuma gittiğini görünce seviniyor.
“Peki bu ne Nono?”
“Hangisi?”
“Ağacın yanında duran?”
“Şu mu?" diye soruyor, parmağı ile göstererk. "Hediye sepeti.”
“Hediye sepeti mi?”
“Tabi ya. Bir sürü kutu var içinde.”
“Ne kutusu?”
“Hediye kutuları.”
“Kimin için?”
“Hepimiz için. Üstünde isimlerimiz yazılı.”
“Ne var benim kutumda?”
“Söylersem uğuru kaçar.”
“Peki senin kutunda ne var?”.
“O da sürpriz”.
“Merak etme, ben kimseye söylemem.”
“Söz mü?.”
“Erkek sözü.”
Usulca kulağıma eğilerek “Para.” diye fısıldıyor, sır verir gibi.
“Para mı?”
“Evet. Deste deste para var benim kutumda.”
“Kim yollamış olabilir ki?” diye soruyorum, aynı tonla.
“Sence?”
Merakla yüzüne bakıyorum Nonomun...
“Ne yapacaksın o parayla?”
“Önce birikmiş kirayı ödeyeceğim.”
“Sonra?”
“Sonra kömür alacağım.”
Bir süre içim burularak, nasırlı, bakımsız ellerine, çatlamış tırnaklarına bakıyorum Nonomun. Sağlam kaldığını düşünerek kendini avuttuğu ön dişlerine bakıyorum. Sızlıyor olmalı. Bir şey çiğnerken hep yüzünü buruşturuyor. O yüzünü buruşturdukça benim de için sızlıyor. İyice sokuluyorum yanına.
Geceleri bizde yatmasını söylüyor anneannem. Ama kabul etmiyor. Kendi yatağı daha rahatmış. Hem kocası dönerse evde olmalıymış. Nereye kaybolduysa... Anneannem para falan vermiyor artık enişteye. Aldığını ya içkiye yatırıyor, ya da Spor Toto' ya...
Nonom bütün gün, pencere önünde, gelmesini bekliyor kocasının. Anneannem de mekarlanıyor ister istemez.
"İnşallah bir belaya falan bulaşmamıştır."
"Yok abla merak etme. Gene paltoyu satmıştır. Onun parasını yiyordur."
Geçen ay, taksitle aldığı yepyeni paltosunu satmış eskiciye. Parasıyla da toto oynamış. Allahtan anneannem eskiciyi apartmandan çıkarken görmüş de çağırıp paltoyu geri almış, iki katı fiata.
“Başka ne alacaksın?” diye soruyorum.
“Yeni bir palto alacağım kendime. Yepyeni. Herife inat.”
“Niye parayla alıyorsun? Kendin diksene.”
“Kumaş yok evde.”
“Al çarşıdan.”
“Para yok.”
“Kutuyu aç o zaman. İçindeki parayla kumaş al. Kendine güzel bir palto dik.”
“Olmaaaz.” diyor gözlerini açarak.
“Niye?”
“Şimdi açamam kutuyu. Yılbaşı gecesinden önce açarsak uğuru kaçar. Hem kızar sonra.”
“Kim kızar?”
“Yollayan. Vaktinden önce açacak olursam geri alır belki hediyelerini. Sonra da önümüzdeki sene dileklerimizi duymazdan gelir.”
Sen bilirsin gibilerden omuz silkiyorum.
“Şu sol köşede de senin bisikletin duruyor. Baban almış. Yeni yıl hediyesi.”
Dikkatlice gösterdiği noktaya bakıyorum.
“Ben göremiyorum ama...”
“Göremezsin tabi. Kapının arkasında çünkü. Daha dikkatli bakarsan tekerleğin ucunu görebilirsin.”
Gösterdiği noktaya bakıyorum bir süre.
“Gördüm.”
“Güzel mi?”
“Yakından bakmam lazım.”
“Az sonra bakarsın.”
Gülüyorum.
“Ne renk bisikletim?”
“Sarı.”
“Sarı olmasın.”
“Ne renk istiyorsun?”
“Yeşil.”
“Zaten yeşil galiba. Yani yeşille sarı arası.”
Gene gülüyorum.
Soğandan bir ısırık daha alıyor, bir fırt rakı çekiyor, usulca o dilinden düşürmediği şarkıyı mırıldanmaya başlıyor ;
"Ben Küskünüm Feleğe..."
“Çok mu para var o kutunun içinde?.
“Düştüm bitmez çileye..."
“Ha, Nono?.. Ev alabilir misin kendine?”
“Beğendim bile bir ev.”
“Nerede?”
“Parkın öbür yanında.”
“ Nasıl bir ev?” diye soruyorum merakla. “Anlatsana.”
“Bahçe içinde... İki katlı... Bir de çatısı var. Çatıya çalışma odası yapacağım senin için. Derslerini orada çalışacaksın. Köşede de kuklalarını oynatabileceğin bir yer olacak. Minicik bir sahne. Sonra sandalyeler... Gelip izleyeceğiz seni akşamları. Çeşit çeşit kuklalar yapacağım sana. Renk renk elbiseler dikeceğim onlara.”
“Birlikte dikeriz. Yani.. ben yüzlerini yaparım, sen kıyafetlerini dikersin."
"Hele bir yılbaşı gecesi olsun...”
"Hele bir yılbaşı gecesi olsun...”
“Saat tam on ikiyi vurduğunda açarız hediye kutularımızı.”
“Açarız.”diyorum.
Göz göze geliyoruz. Gülümsüyoruz.
Bir an izliyorum Nonomu.
Dalgın, dudaklarını kemiriyor. Boynuna atılıp yanağına bir öpücük konduruyorum ansızın.
“Köftehor seni.” diyor, “Hediyeleri duyunca nasıl da keyiflendin.”
“Peki kutuyu açtığında, bize olan borcunu da ödeyecek misin?” diye
soruyorum ve ansızın pişman oluyorum bunu sorduğuma.
Bir süre sessiz kalıyor.
“Onu pazartesi günü vereceğim.” diyor, elindeki kaleme bakarak. Enişten maaşını alınca. Biliyorum. Sana iki buçuk lira oldu. Ablana da on beş. Aklımda. Merak etme.”
“ Şakaydı. Vermesen de olur.”
Göz bebeklerinin kenarından iki damlacık süzülüyor yanaklarına.
“ Hadi, devam edelim.” diyorum, kolumu boynuna atarak.
Hüzünle gülümsüyor.
“Hadi Nono. Biraz daha süsleyelim yılbaşı ağacımızı.”
Dudaklarını kemirerek önündeki kağıda anlamsız şekiller çizmeye başlıyor, elindeki kurşun kalemle.
“Ne yapıyorsun Nono?”
Cevap vermiyor..
“Yılbaşı ağacımızı, süsleri, sepetimizi, herşeyi karaladın. Uçup gitti bütün hediyeler. Ne olacak şimdi? “
Dalgın, gözleri yaşlı, sürdürüyor karalamayı.
“Ne çizmeye çalışıyorsun?” diye soruyorum.
Kendi kendine konuşurcasına mırıldanıyor.
“Kaderimi.”
Giderek kararıyor kağıt.
Çam ağacı, ışıklar, hediyelerimiz, giderek kayboluyor.
............................
Perdeler yarı açık.
İçersi karanlık.
Soba geçti geçecek. Artık yalnızca kendini ısıtıyor. Dibe çöken kömürlerin sesi duyuluyor, soğumaya yüz tutmuş karanlık odada. Yorganı kafama kadar çekmiş, yattığım yerden, uzaktaki sokak lambasının ışığı altında uçuşan kar taneciklerini izliyorum.
Yarın yılbaşı.
Yarın Nonomun bütün ümitlerini, beklentilerini, küçük mutluluklarını, gelecek yılbaşına erteleyeceği gün.
Nonom kendi dairesinde şu anda.
Tam altımızda onun yatak odası.
Onun yatağından sokak lambası görünmüyordur.
Uçuşan kar tanecikleri de görünmüyordur.
Onun manzarası, odasının tam karşısındaki apartman kömürlükleri. Eminim o da uyumuyor şu an.
Sobası yanmayan bir odada, diğer dairelerin kömürlüklerini seyrediyordur.
Nonom, kaderini değiştirecek bir mucize istiyor. Fazla bir şey değil.Sıcak, huzurlu bir ev. Bir de palto. Hayali bir hediye kutusu içinde.
Kar tanecikleri uçuşup duruyor sokak lambasının ışığı altında.
Kağıt üzerindeki yeniyıl ağacını, hediyeleri, Nonomun yeni evini düşünüyorum.
Ve kuklalarımızı...
Parça bohçasının içindeki kumaş artıkları arasında, sabırla dikilmeyi bekleyen kuklalarımızı düşünüyorum, kar taneciklerine bakarak.
Bilinçsiz bir hareketle yere savuruyorum üzerimdeki kalın, sıcak yorganı.
Zemin kattaymışcasına üşümeye bırakıyorum kendimi.